Kahvehane dediğin, öyle yaşı ergin, yeni yetmelerin giremediği mekan. Kahveciler oturaklıadamlar. Garsonlar seçme, bir iç bir dış garson var. Dış garson çevik atılgan ve genç, iç garson daha yaşlı daha olgun. Önlerinde kara mandoldan ( siyah pamuklu bir bez çeşidi) iki cepli para konulan kuşaklı önlük. Kulak arkalarında veresiye çaylara çizik atmak için beyaz tebeşir.
Dış garson tabağı ağız tarafına konarak ters çevrilmiş çay bardaklarını sıralı dizdiği tepsiden kendi mıntıkasındaki esnafa dağıtırdı. Kulak arkasına sıkıştırdığı tebeşirle kapı arkasına, yahut birağaç direğe getirdiği çay adetince çizik atar, akşam çizikleri sayıp hesabı alırdı. O zamanlar güven bir isimden ibaret değildi.
En kral dış garson Cemal ağabeyi, iç garson Şeref dayı idi.. sonraları da Ethem usta. Bir decakkılcılar vardı, su taşıyanlar. Şırıl şırıl akan şebeke suyu yoktu. Bardaklar kille temizlenir çay suyu sabada yahut harlı ocaklarda kaynatılırdı.Kel Hasanın, Eset dayının, Sefer amcanın, Haşim ağanın kahvehaneleri...sonradan üstü otel olan hacı Resul'un kahvesi ve rahmetli Şeref Şahin. Bir kahvehanede bu günkü lokanta olan binanın yerinde vardı Karadenizliler çalıştırırdı kimin idi bilemiyorum.
Soğuk kış günlerinin sohbet mekanları... akşamları toprak damlı taş duvarlı binanın tavnınaasılmış gaz yağlı, pompalı lüxün aydınlattığı mekanlar...Kimi zaman ilçeye gelen gezici aşıkların sahnesi.Kahvehanenin baş köşesine konan masaların üzerine sandalye bırakılır, aşıklar burada oturur toplanan kalabalığa atışmalar söyler, destanlar anlatırdılardı. Boyunlarına bağladıkları saz sustuğunda, garson tepsiyi kalabalığın arasında dolaştırır aşıkların hakkını toplardı. Ramazan gecelerinde (özellikle kış aylarına denk gelen) bazı kahvehanelerde tombala oynanırdı...Yeddi tammam
...
Gündüzlerde bir daimi müdavimi vardı bu kahvehanelerin. Elinde etrafı zilli defi tıngırdatır anlamlı anlamsız, anlaşılır anlaşılmaz bir şeyler mırıldanırdı. Boynunda oldukça eskimiş, sünmüş bir atkı.. dizleri el yordamıyla dikilmiş bir kaç yamalı, sökükleri çuvaldızla tutturulmuş şapik bir pantolon altında lastikten yapılmış çarıklar ve düğüm düğüm bağları...sırtında kalın el dikişli soluk, genişçe torba gibi cepli bir ceket.
Hamido.. anasının adı Zeyno olduğundan kendisine HAMİD-İ ZEYNO diyorlarmış.. O zamanlar yaşamış, bir kahvede garsonluk yapmış, yerleşim yerlerinin derede olduğu zamanları görmüş, yaşlı bir kıymetten dinlemiştim Hamidonun hikayesini.
Homido geçimini köylerden topladıklarıyla yaparmış, dere camiinin kale tarafında bir mağarada annesi hanımı ve dört beş yaşlarında kızıyla yaşarmış. Mağaranın önü yığın taş duvarla örülmüş, içeride tandır ve bir oda varmış. Rivayet o ki, hanımının güzelliği dillere destanmış.
Sıradan bir güz gününde uyandığında hanımı ve kızının olmadığını görür, aylarca köy köy dolanıp arar... kaçtı mı, kaçırıldı mı bilinmez... kala kalır yaşlı anasıyla baş başa. Bir gün Zeyno hanım düşüp ayağını kırar. Bakan yok eden yok...ayak kangren olur, ağrılara dayanamayan Zeyno hanım Hamidonun olmadığı zamanda kendi ayağını kesip, kızgın yağla da dağlamış. Yara derin, fukaralık ve soğuk, bir kaç gün sonra da dere camiinin üstünde olduğu söylenen kimsesizler (bir rivayete göre de bebek) mezarlığına gömülür.
Hamid-i Zeynonun Zeynosu da gitmiş, Hamidosu kalmıştır artık. Dereden çıkıp, şimdiki belediye binasının arkasında eski, virane ,kapısız, demir parmaklıklı camsız pencereli yeri mesken edinmiştir. O bina önceleri Muş, Diyarbekir Malatya, Bitlis,urfa civarından getirdikleri kuru üzüm, pestil köme (cevizli sucuk!) tütün gibi şeyleri satanların barınak yeriydi. Hatırlıyorum yosun tutmuş yeşil duvarları, kıkırik! ısırgan sarmış kapısı, kesif bir rutubet kokusunun uzaktan hissedildiği bir harabe.
Gözleri yaşadıklarına isyan edip görmüyor hamidonun... müzip çocuklar taş atıp kızdırıyorlar o nu. Ne demekse ''hımhımın torumu var,, dediklerinde çıldırıyordu, en çok bu söze kızıyordu. Eski bir ot yatağı lime lime bir yorganı vardı. Kış ayları soğukta kalmasın diye Rahmetli Karadenizli Hasan SEKMEN fırınıda bir yer ayarlamıştı ona orada yatıyordu.
Gözleri görmeyince dereden komşusu, Kamıl-ı her denilen adamın sekiz dokuz yaşındaki oğlu mihmandarlık yapar olmuştu Hamidoya. Cılıs, sessiz, pek konuşmayan bir çocuk adı Mehmet.. .Birlikte kahvehaneleri gezip, para topluyorlardı.. topladığı yiyecek esbap ve paraları boynuna astığı yırtık pırtık bir heybeye dolduruyordu.Elindeki zilli defe vurup mırıldandığı şu sözler aklımda kalmış..(yazım yanlışı olursa düzeltin) ''DILO EZ BIMRIM, DILO HEYRAN LEVİ BAHARE MIRIM PIR XOŞE DILO HAYRAN LI MÜLKİ BAVE,
Son demlerinde Mehmet de yoktu...Rahmetli Karadenizli Kazım ÇAKIR'ın barakasında görmüştüm Hamidoyu..Sonra.
ISTIRABIN SONU YOK SANMA, BU ALEM DE GEÇER,
ÖMR-İ FANİ GİBİDİR, GÜN DE GEÇER, DEM DE GEÇER,
GAM KARAR EYLİYEMEZ HANDE-İ HURREM DE GEÇER,
DEVR-İ ŞADİ DE GEÇER, GUSSA-İ MATEM DE GEÇER,
GECE GÜNDÜZ YOK OLUR, AN-I DEM ADEM DE GEÇER.
(neyzen T)
Kalın sağlıcakla, gönlünüz sevdikleriniz sevenlerinizle huzurlu ve şen olsun.
FACEBOOK YORUMLAR